GündemFahri SağlıkKöşe Yazıları

ÖNCE İNSAN: ENGELLİ VEYA ENGELSİZ

Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen özel günlerden biri de 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’dür. 1992 yılında alınan bu karar insanlığını unutma noktasına gelen dünyamız için önemlidir. Genel tanımlama olarak engelli; ‘normal bir kişinin kişisel ya da sosyal yaşantısında kendi kendisine yapması gereken işleri, bedensel ve ruhsal yeteneklerindeki kalıtımsal ya da sonradan olma herhangi bir noksanlık sonucu yapamayanlar’ şeklinde ifade edilmektedir.

Demografik çalışmalarda toplumların ortalama %8’i engelli olarak görülmekle birlikte, ülkemizde bu oran %12.3’tür. Ülkemizde, engel gruplarına göre alt başlıklara baktığımızda, kronik hastalıklar nedeni ile 808.335, zihinsel 482.361, ortopedik 321.895, görme 216.077, ruhsal ve duygusal 176.475 ve dil ve konuşma olarak da 37.494 vatandaşımız engelli olarak tanımlanmıştır. Bu sayılar her yıl için %4-9 oranında artmaktadır. Birleşmiş Milletler verilerine göre dünyada 500.000.000’un üzerinde engelli mevcuttur.

Son yıllarda yasal anlamda yapılan değişikliklerin topluma yansıması olumlu olmuş ancak zorunlu istihdam oranlarının uygulama pratiği arzu edilen seviyelere ulaşamamıştır. Engellilik hali insanî yönden bir kusur değildir. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Harâbât ehline hor bakma şâkir / Defineye mâlik virâneler var” şiirinde ifade ettiği gibi, dış görünüşü itibariyle önemsenmeyen veya engelli olan pek çok kimse, zengin ve diri bir gönül yapısıyla Allah katında çok değerli olabilir.

Peygamberimiz (s.a.s.), engelli sahabîlere hususi ilgi ve şefkat göstermiş ve onları toplumun faydalı bir unsuru haline getirmiştir. Meselâ, Bilal-i Habeşî ile birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.s.) müezzinliğini de yapmış olan Abdullah b. Ümmi Mektûm âmâ oluşu yanında evinin mescide uzaklığını ve kendisini mescide götürecek kimsesinin bulunmayışını da mazeret göstererek, namazı evinde kılabilmek için Allah Resûlü’nden (s.a.s.) müsaade istemişti. Resûlullâh ise: “– Sen namaz için ezân okunduğunu işitiyor musun?” diye sordu. O da, “Evet.” cevabını verince, Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “– O halde dâvete icâbet et, cemâate gel” buyurdu.

Bu hadiseden, İslâm’ın görme özürlü kimselere cemaate devam hususunda ruhsat tanımadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, görme engelli bir sahâbî olan İtban b. Mâlik’e evinde imamlık yapmaya müsaade etmiştir. Bu hususta Abdullah b. Ümmi Mektum’un sahabenin ileri gelenleri arasında bulunması, ilk Müslümanlardan olması, müezzinlik yapması gibi özelliklerinden dolayı cemaat arasında bulunmasının önemli olması hususu göz ardı edilmemelidir. Çünkü o, engelli sahabîler arasında âdeta sembol bir isim durumundadır. Onun ısrarla toplum içerisinde aktif olarak bulunması kendisinden sonra gelen benzeri kimselere örnek teşkil edecektir. Bunun yanında Hz. Peygamber değişik vesilelerle Medîne dışına çıktığı zaman, Abdullah b. Ümmi Mektûm’u yerine cemaate namaz kıldırması için vekil olarak bırakmıştır. Bu görevin kendisine on üç defa verildiği nakledilmektedir.

‘Önce insan’ diyen, insanı ‘yaratılmışların en şereflisi’ olarak kabul eden bir dinin mensupları olarak bizler, her konuda engelli kardeşlerimizin yanında yer almayı, onların hayatlarını kolaylaştıracak her türlü desteği vermeyi ibadet kabul ederiz.

Bizler engelli vatandaşlarımızı toplumumuzun ayrılmaz bir parçası olarak görürüz. Hepimizin birer engelli adayı olduğumuz gerçeğini asla unutmayız. Engelli kardeşlerimizin eğitiminin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı en önemli görev kabul ederiz. Hedefimiz engellileri eğitip iş sahibi yaparak onları tüketici olmaktan kurtarmak, üretici yaparak mutlu ve yararlı duruma getirmektir.

Fahri SAĞLIK

Karesi Müftüsü

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu